Kaybetmeyi Öğrenmek
Birçok insan hayatının en az bir alanında başarılı olmak istemiştir fakat neden isteyen herkes başarılı olamıyor?
- İsteklerinde ısrarcı olmadıkları için mi?
- İstekleri için yeterli çaba harcamadıkları için mi?
- İstekleri kendi yeteneklerine uygun olmadığı için mi?
Bir Kimlik Olarak Başarısızlık

Hedefine ulaşmak için ilk denemesinde istediği sonuca ulaşamayan bir kişi, bu deneyimini zihninde başarısızlık kaydı olarak tutmaya başlar. Bu kayıtlar zamanla özgüveni, cesareti ve motivasyonu olumsuz yönde etkileyen bir döngü hâline gelebilir. Kritik nokta bu kayıtları nasıl arşivlediğimizde gizlidir.
Örneğin bir sınava girip başarısız olduğumuzda, ‘Ben zaten yeteneksizim, bu sınavları hiç geçemem’ demek yaşadığımız olayı kimlikleştirir ve bize ait bir parça haline getirir.
Oysa ‘Bu sınavda başarılı olamadım’ gibi bir kayıt yaşanan başarısızlığı bu olay ve koşullar özelinde değerlendirmemizi sağlar, düzeltilebilir alanlara odaklanmamıza yardımcı olur.
Başarı veya başarısızlık bir kimlik değil; hedef, yöntem, zamanlama ve içinde bulunulan koşulları kapsayan bir durumdur. Bu parametrelerden biri değiştiğinde sonuç da değişebilir.
Kaybetmeyi Nasıl Öğreniyoruz?
Kaybetmekten daha tehlikeli olan şey kaybetmeye alışmaktır. Hepimiz defalarca deniyor, yanılıyor ve yeniliyoruz. Yürümeyi deneyen bir çocuğun ilk denemesi hep düşmekle sonuçlanıyor. Ancak zamanla parametreler değişiyor ve bacak kasları onu dengede tutabilecek kadar güçlendiğinde yürümeyi başarabiliyor. Bu zamana kadar tekrar tekrar deneyerek ve düşerek hedefine ulaşmaya çalışıyor. Yani ilk denemedeki düşüş, bizi denemekten alıkoysaydı insanların yürüyebilmesi mümkün olmayacaktı.
Hayatımızdaki koşullar her an değişim halinde, ama bizim zihnimizdeki kalıplar değişmiyorsa başarısızlığı öğreniyor ve kalıcı hale getiriyoruz. Bir süre sonra da kazanmayı denemek yerine kaybetmeye katlanmayı öğreniyoruz. Bu konuyu detaylandırmak için Mümin Sakman’ın “Her Şey Seninle Başlar” kitabında aktardığı bir deneye göz atalım:
Seligman’ın Çaresiz Köpekler Deneyi
Martin Seligman ve arkadaşlarının 1960’lı yıllarda yaptığı bir deney için 24 tane köpek üç gruba ayrılarak, zararsız elektrik şoku verilen bir kabinin içine yerleştirildi ve acıdan kaçma davranışları incelendi:
- Kaçış Grubu: Kabinlerindeki bir düğme sayesinde, köpekler burunlarıyla dokunduklarında şoku kesebiliyorlardı. Bu şekilde acıdan kaçma imkanları olduğu için bu köpeklere kaçış grubu adı verildi.
- Boyunduruk Grubu (Çaresizler): Elektrik şoku verildiğinde düğmeye dokunsalar bile şok kesilmiyordu.
- Kontrol Grubu: Hiçbir şoka maruz kalmayan grup.

Deneyin birinci aşamasında köpekler grup olarak değil teker teker kabine yerleştirildi ve ilk iki grubun kabinine aynı anda 64 şok verildi. Eğer 30 sn. içinde düğmeye basılmazsa elektrik kendiliğinden kesiliyordu.
İlk grupta şoku kesme imkânı olan kaçış grubundakiler hızla bunu öğrendi ve her defasında daha kısa sürede düğmeye basmayı başardılar. İkinci grup olan Çaresizler ise, düğmeye bassalar da şok kesilmiyordu ve köpekler şokun kesilmediğini görünce, birkaç denemeden sonra vazgeçtiler.
24 saat sonra ikinci aşamaya geçildi:
Bu defa köpekler sadece bir yanına elektrik verilebilen bir çit ile iki bölmeye ayrılmış bir kabine götürüldüler. Köpeklerden beklenen elektrik şoku başladığında çitin diğer tarafına atlayarak güvenli bölgeye geçmeleriydi. Ayrıca her şoktan önce köpeklere kaçış sinyali verildi. Böylece köpekler küçük bir çabayla hiç şoka maruz kalmadan rahat bölgeye geçebileceklerdi.
Deneyin sonuç raporuna göre; kaçış grubu ve kontrol grubundaki köpekler ikinci aşamada şoktan kurtulmakta hemen hemen aynı başarıyı gösterdiler.
Çaresizler grubu ise büyük ölçüde başarısız oldu. Bu gruptaki 8 köpekten 6’sı çitin üstünden atlayıp elektriksiz alana geçemedi. Hatta elektrik şoku verildiğinde kaçmak yerine, oldukları yerde yatarak beklemeyi tercih ettiler. Adeta enerjilerini «kaçmak yerine katlanmaya» harcadılar.
Deneyde birinci hafta sonunda bile bu köpeklerin 5 tanesi karşıya geçmeyi hiç başaramadılar.
Seligman ve arkadaşlarına göre bu durum ikinci gruptaki köpeklerin çaresiz olmayı öğrendiklerine işaret ediyordu.
Bu deneydeki en büyük psikolojik tuzak; ilk aşamada köpeklere şok verilirken bununla başa çıkabilecekleri bir yol bırakılmadı. Onlara hayatlarını etkileyen ama engellemesi kendi ellerinde olmayan acılar yaşatıldı. Çabaları sonuçsuz bırakılarak, mücadele güçleri ve başarabilirim duyguları çökertildi. Çözüm aramak yerine sorunla yaşamayı öğrendiler. Bu bir çaresizleştirme eğitimiydi.
Diğer önemli bir nokta ise, köpekler çektikleri acıyı yaptıkları ya da yapmadıkları hiçbir şeye bağlayamıyorlardı. Bir seçime dayanan amaçlı ve anlamlı acılar, insanı onurlandırır ve dayanma gücü verir. Fakat kendi seçimi olmayan anlamsız ve amaçsız acılar, insan ruhunda kasvet oluşturur. Bu da hayatta bir amaç sahibi olmanın önemini gösterir.
Araştırmalara göre uzun süren çaresizlik psikolojisi, insanlarda üç önemli zayıflığa neden oluyor:
- Çaresizlik yaşayanlar önce tutkularını kaybeder. Kendi isteklerine karşı ilgisiz kalırlar. Bu insanların isteyerek yaptıkları davranışlar azalır ve mecbur oldukları için yaptıkları artar.
- Akıl ve düşünme yetenekleri azalır. Yaptıklarının bir işe yaramayacağını düşünen kişi, sorunları çözmek amacıyla beynini zorlamayı bırakır. Zamanla aklı iyice körleşir ve davranışlarıyla yaşadığı sonuçlar arasındaki bağlantıyı göremez ve seçimlerinin sonuçlarına karşı özensizleşir.
- Duyguları zayıflar. Uzun süre acı çeken ve bundan kurtulamayan insan, çilesini yönetmek için o acıyı hem kabullenir hem de ona karşı hissizleşmeye başlar. Böylece insanın duygusal renkleri solar.
Şimdi durup kendi hayatımıza bakınca bizim imkansız sandıklarımız, çaresiz ve cesaretsiz kaldığımız alanlarımız neler? Hangi konularda enerjimizi bir şeyleri denemek ve değiştirmek yerine, bir şeylere katlanmaya harcıyoruz?
Esra Nur Morgül
Dünyalite